Diyelim ki günde 5 vakit değil, 7 vakit namaz kılıyorsunuz,

08.01.2017 20:45

Diyelim ki günde 5 vakit değil, 7 vakit namaz kılıyorsunuz, diyelim ki zekâtınızı 2 kat değil, 12 kat veriyorsunuz, diyelim ki hacca gittiniz 15 defa, kendi kendinize sık sık; lâ İlâhe illâllah, Muhammedun Resûlullah deyip duruyorsunuz, İslâm’ın beş şartını bugün anlamında, bugün anlaşılan anlamda, bugün kabul edilen anlamda İslâm’ın beş tane şartını en güzel siz yapıyorsunuz; kurtuldunuz. Ne kurtulması? Bizim saflar sizin kurtulduğunuzu iddia ediyor. Çünkü kendileri de o standartlarda. Zikir yapmıyorlar, İslâm’ın beş tane şartını yerine getiriyorlar ve diyorlar ki: “Biz kurtulduk, kim bunu yaparsa onlar da kurtuldu.” Ne siz ne de kurtulacağını iddia ettiğiniz insanlar, hiçbirisinin kurtulması mümkün değildir. İslâm’ın beş tane şartı hiç kimseyi kurtuluşa götüremez. Allahû Tealâ Vel Asr Suresinde kurtuluşun dört tane standardını sayıyor. Evvelâ âyet-i kerimenin başında “innel insâne le fî husr: Bütün insanlar hüsrandadırlar.” diyor. 
 

103/ASR 1: Vel asri.

Asra yemin olsun.

103/ASR 2: İnnel insâne le fî husr(husrin).

Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.

103/ASR 3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.

Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.


Mu'minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesinde hüsranda olanların cehenneme gidecekleri kesinlik kazanıyor.
 

23/MU'MİNÛN 103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


Öyleyse Allahû Tealâ Vel Asr Suresinde bütün insanların cehenneme gideceğinden yola çıkıyor: 

vel asr: Asra yemin ederim. 
innel insâne le fî husr: İnsanlar muhakkak ki hüsrandadırlar. 
illellezîne âmenû: Ama âmenû olanlar hariç (ilk 7 basamağı aşanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler hariç). 

Öyleyse bütün insanların cehenneme gideceği bir ortamda dört istisnanın birincisi, Allah’a ulaşmayı dilemek. Kim iddia edebilir İslam’ın beş şartının içinde Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir şeyin var olduğunu? Hiç kimse iddia edemez. İkincisi, nefs tezkiyesine başlamak yani mürşide ulaşmak yani mü’min olmak. Bizim aklıevveller kendilerini mü’min zannediyorlar ve insanlara onu kabul ettirmişler ki kim Allah’a inanırsa o, mutlaka mü’min olmuştur. Allahû Tealâ da diyor ki: “Hayır, Allah’a inanmak mü’min olmanın temel şartıdır. İnanç açısından Allah’a inanmayan bir insan mü’min olamaz. Ama Allah’a inanıyor diye de, salt Allah’a inanıyor diye de kimse mü’min olamaz.” 

Öyleyse neden bahsediyoruz? İşte size yeni bir kavram. Allah’ın bütün güzelliklerini gölgeleyen bu insanlar, Allah’ın doğrularına yalanları tek geçerek doğruların insanların zihinlerine ve kalplerine yerleşmesine mâni olmuşlar. Sizinle beraber sokağa çıkalım, sokaktan geçen yüz bin tane insanı çevirelim ve soralım; mü’min misin? Yüz bin kişiden doksan dokuz bin küsuru size, ben mü’minim diyecektir. Niçin mü’minsin? “Çünkü ben Allah’a inanıyorum.” Cevap bu kadar. Çünkü bu insanları 14 asırda iblis, Allah’a inanma şartına sağlam bir şekilde bağlamış ve demiş ki: “Kim Allah’a inanıyorsa o, kişi mü’mindir.” Peki, iblisin böyle bir tuzak kurmasının arkasında ne yatıyor? Son derece kurnazca hazırlanmış bir tuzak. Eğer biz insanlar Allah’a inanıyoruz diye mü’min olduğumuza gerçekten inanırsak, o zaman cennete gideceğimize de inanıyoruz. Neden? Çünkü Mu’min Suresinin 40. âyet-i kerimesin de, 40 numaralı Surenin 40. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ diyor ki:

 

40/MU'MİN 40: Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ, ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu'minun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb(hisâbin).

Kim seyyiat (şer, derecat düşürücü ameller) işlerse mislinden daha fazla cezalandırılmaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, (îmânı artan) mü’minlerdir. Onlar, cennete konulacak ve hesapsız rızıklandırılacaktır.


“Allah; kadın olsun, erkek olsun bütün mü’minleri mutlaka cennetine alacak hesapsız rızıklandıracaktır.” 

Ne demek istiyor acaba? “Kim mü’minse.” Farklılığın sebebini söylüyor: “O kişi cehenneme gitmez. O kişi mutlaka cennet gider, doğrudan cennete gider.” Farklılık nerede? Farklılık şurada; şimdi bu zavallı insanlar bizim tertemiz insanımıza yalanları yutturmuşlar, demişler ki: “Kim Allah’a inanıyorsa o, mü’mindir. Mu’min Suresinin 40. âyet-i kerimesine göre de bütün mü’minler cennete gideceğine göre hiç korkmayın, Allah’a inanıyorsanız bitti bu iş. Mutlaka cennetliksiniz.” Niçin? Şimdi adamlar bakıyorlar kendi hallerine; “Vay be!” diyorlar, “Demek ki ben cennetlikmişim, Allah’a inanıyorum, yaşasın.” Sonra düşünmeye başlıyor adam, “Yahu!” diyor, “Ben namaz kılmıyorum, oruç tutmuyorum, zikir yapmıyorum, Allah’ın emrettiği hiçbir şeyi yapmıyorum. Hadi onlar bir tarafa, ne günah demişse Allahû Tealâ, ben hepsini de evvelallah işliyorum. Ama Allah’a da inanıyorum. Baksana ne diyor adamlar; mademki Allah’a inanıyorsun, gideceğin yer mutlaka cennettir.” Adamcağız yakıştıramıyor kendisini, utanarak diyor ki: “Herhalde Allah bizi biraz cehenneme atacak da hafif tertip kızarttıktan sonra, kavurduktan sonra hemen oradan doğru posta cennete gönderecek. Eğer bu âlimler böyle söylüyorsa mutlaka böyle, yaşasın. O zaman azıcık cehennemde işkence, o kadarcık kusur kadı kızında da bulunur. Ve biz gideceğiz, hafif tertip kavrulacağız cehennemde ama ondan sonra yerimiz mutlaka Allah’ın cenneti.” Neden? “Çünkü Ben Allah’a inanıyorum.” diyor. İşte şeytanın hilesi burada. Eğer bir insan ne yaparsa yapsın, hangi standartlarda bir hayat yaşarsa yaşasın cennete gideceğine inanırsa ne olur? Hiç. Hiç olur insan, hiç. Allah’ı hiçe saydığı için hiç olur. Allah’ın kanunlarını hiçe saydığı için hiç olur. Allah’ın ondan istediği mutluluğa ulaşmayı reddettiği için bir hiç olur. Asıl önemlisi üçüncü söylediğim şey; Allahû Tealâ bütün insanların mutlu olmasını istediği için Kur’ân-ı Kerim’i indirmiş.

1- Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlara bir mutluluk reçetesidir. 
2- Bir mutluluk davetiyesidir.  
3- Üçüncüsü daha da önemli, daha da önemli. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlar için bir mutluluk garantisidir. 

Allahû Tealâ garanti ediyor, diyor ki: “Bu kitabı size Ben indirdim. Bunun muhafızı Benim. Bu Kitabı size bir maksat için indirdim; sizi mutlu etmek. Eğer bu kitapta yazılı olanları yerine getirirseniz sizin için söz konusu olan şey mutlaka saadete ulaşmaktır çünkü.” 

Ve işin en hoşu; bütün bu insanlar Kur’ân-ı Kerim’in bir mutluluk rehberi olduğundan eminler; O” diyorlar, “Kur’ân-ı Kerim, bir rehberdir, bir mürşiddir. Kur’ân-ı Kerim’den başka mürşid yoktur.” Her ne kadar bizim parlamentoda; “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir.” falan gibi bir laflar yazılıyorsa da Allahû Tealâ gelin görün ki öyle söylemiyor; “Hayatta en hakiki mürşid, Allah’tır.” diyor. “Hayatta en hakiki mürşid Kur’ân’dır.” diyor da başka bir şey demiyor. Ama bizimkiler de “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir.” diyorlar. Evet, bu ilim dedikleri şey Kur’ân-ı Kerim’in dışında bir şeymiş gibi ifade ediyorlar. Oysaki ilimlerin hepsi topal ayaklarla yürüyorlar. Hiçbirisi pozitif ilim değil. Ama biz o ilimlerin hepsine pozitif ilim demişiz yarım aklımızla ve onları öyle kabul etmişiz. Hadi bu konuya tekrar şimdi girmeyelim. Atomlardan bahsettiğiniz zaman o gün öyle geçiyor, o gece. Zaten tekrar atomlara girmek istemiyorum ama biliyorsunuz ilimlerin neden topal olduğunu. Sadece bir tek şey söylemek istiyorum; eğer bundan asırlarca evvel El Cabir Matematiğe negatif değerleri katmasaydı, sıfırdan aşağı değerleri katmasaydı, matematik de Kur’ân ilminin gerçeklerini yaşayamayan bir ilim olacaktı.  

Kur’ân-ı Kerim bir ilim kitabı mıdır? İlimlerin hepsini muhtevîdir. Tıptan tutun, Matematiğe kadar ne kadar ilim geçiyorsa aklınızdan, hepsi onun içinde meknuz. İşte o Kur’ân-ı Kerim, ilmin aslı olan Kur’ân-ı Kerim, o Kur’ân-ı Kerim’e dikkatle bakın. Eğer ilim, geometrik dizi olarak artsaydı, her sene kendisi kadar bir şeyi beraberinde daha getirseydi, her sene bir kat artsaydı yani birken iki olsaydı, ikiyken dört olsaydı, dörtken sekiz olsaydı, geometrik dizi olarak artsaydı ve insanlık tarihinin başından bugüne kadar gelseydik, ilmin vardığı seviye, Allah’ın ilim okyanusunun yanında gene okyanusta bir damla olmakla kalacaktı. Unutmayın, her yeni öğrenilen ilim, bilmediğiniz yeni şeyleri de beraberinde getiriyor. Büyüyen, genişleyen ilim değil, ilmin bilmediğiniz tarafı her geçen gün biraz daha büyüyor. Acaba anlatabildim mi Allah’ın okyanusunun ne demek istediğini? Öyleyse dikkat edin ki El Cabir’in Matematiğe getirdiği negatif sayılar, sadece bir düzlem üzerinde kendini gösterir. Eğer bu düzlemi geometrik bir dizayna sokarsanız, ..... sokarsanız, o zaman Matematiğin de Allah’ın ilminin bütününü kapsamaktan henüz çok uzak olduğunu göreceksiniz. 

Öyleyse daha çok fırın ekmek yemesi lâzım bizim dünyanın âlimlerinin. Varlıkların, Allah’ın ilminin o kadar az bir kırıntısına sahip ki insanoğlu, bu kırıntıları her vesile ile anlatıyor Allahû Tealâ. Diyor ki: “Benim ilmim dalgalardan ibarettir. Bu dalga boylarını ışık olarak, renk olarak hissedebilirsiniz ama ey insanlar, sizin algılayabileceğiniz negatif dalga boylarından hiçbirisi mevcut değildir. (-) sonsuzdan başlayıp 0’a kadar inen negatif dalga boyları arasında siz, onların hiçbirisine ulaşamazsınız. O histen mahrum olarak yaratıldınız. Sizin dünyanıza ait olan pozitif dalga boylarına gelince 0’ın bile ortasından başlayan bu dalga boylarının 6 milimden 11 milimine kadar olan, şimdi 5 milimden 11 miline kadar olan 6 milimlik bir alanı algılayabilirsiniz. 11 milimden yukarı yükselen, sonsuz kilometrelere uzayan dalga boylarından hiçbirini hissedemezsiniz.” 

Ve Allahû Tealâ diyor ki: “Biz bütün âlemleri sizin için yarattık ey insanoğlu.”

 

45/CÂSİYE 13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).

Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.


Bütün pozitif âlemler, negatif âlemler, Allah’ın insandan başka yarattığı negatif ve pozitif her şey, her şey insan için yaratılmış. Ve insan kendisi için yaratılmış bu koskoca sistemlerden negatif olan dalga boylarından sıfırı, hiçbirini, pozitiflerden de sadece 6 milimlik bir kesimi renk olarak, ses olarak ve ışık olarak algılayabiliyor. O kadarcık; 6 milim. Eğer boyumuz ne kadar falan diye düşünüyorsanız 6 milim. Hepsi bu kadar. Biz o kadarız. O’nun sonsuz ilminden ne kadarını, en çoğuna sahip olan insanın algılalarına bakın ve adım adım aşağıya doğru inin; bütün mahlûkat arkanızda sıralanacaktır. Öyleyse O, ilmin sonsuzuna sahiptir. Eğer insanlar şu göz denilen müesseseyi incelemeselerdi, öğrenemeselerdi, bugün optik ilmi mevcut olmayacaktı. Ne teleskop yapılabilecekti (bütün kâinatı görmeye has olan alet) ne de mikroskop yapılacaktı. Birisi makro âlemin temel standardı, öteki mikro âlemin temel standardı. Kim yapmış? İnsanoğlu yapmış. Nereden esinlenerek yapmış? İşte buradan, bu gözümüzden. Allahû Tealâ ilk canlıyı yarattığı zaman onun görmesini sağlıyor, göz adı verilen bir müesseseyle. 

Öyleyse mahlûku Halık’tan ayıran, yaratılanı yaratıcıdan ayıran temel standartlara beraberce göz atalım. Allah’ın göze ihtiyacı var mıdır? Hayır. İnsanın? Vardır. İnsan, gözü olmazsa asla göremez. Kulağı olmazsa, işitemez. Ağzı olmazsa konuşamaz, yemek yiyemez. Ciğerleri olmasa nefes alıp kanının temizlenmesini sağlayamaz. Her uzuv bir belli hedefe yönelik olarak yaratılmış Allahû Tealâ tarafından ve o uzuvlarla donatılmışız. Biz, Allah’ın sonsuz mükâfatına sahibiz. Her uzvumuz milyarlar değerinde ve onların hepsine hamdolsun ki sahip yaratmış Allahû Tealâ, fıtraten. Yaratılış itibari ile hepimiz sahibiz, bedavadan. İşte Allahû Tealâ’ya dikkatle bakın ki O, sizin duymak için ihtiyacınız olan kulağa ihtiyaç duymaz. Her zerresiyle duyar, her zerresiyle görür, her zerresiyle işitir, her zerresiyle herşeyi yapmaya kaadirdir. Öyleyse Allahû Tealâ’yla ilişkinize dikkatle bakın. O’nu tanıdıkça hiçliğinizi tanıyacaksınız. Bir gün çok kocaman olduğunuzu, büyük olduğunuzu ama büyük bir sıfır olduğunuzu göreceksiniz O’nun karşısında. Ve O’na, evvelâ seven siz, âşık olacaksınız. Sonra? Sonra hayran olacaksınız ve ömrünüz boyunca hayranlığınız giderek büyüyecek ve aczinizi idrak edeceksiniz, ne kadar aciz bir mahlûk olduğunuzu. Ve O’nun sizlere olan o muhteşem ihsanlarının karşısında hiçbir şey yapamamanın, hiçbir şey ödeyememenin aczini hissedeceksiniz. Ömrünüz secdelerde döktüğünüz gözyaşlarıyla, böyle tamamlanacak. Bütün güzellikler O’nundur ve yaşamanız için size teslim etmiş. 

Öyleyse kurtuluştan bahsediyorduk. Eğer siz, Allah’a ulaşmayı dilemezseniz kurtulamazsınız. İslâm’ın beş tane şartının içinde bunu arayalım, var mı? Hayır yok. Peki, Allah’a ulaşmayı dilemeyen insan gerçekten kurtulamaz mı? Cehenneme mi gider? Kesin. İşte Yûnus Suresinin 7. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:

 

10/YÛNUS 7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.


“Onlar (insanlardan bir kısmı), ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı; Allah’a mülâki olmayı; hidayeti dilemezler. Onlar dünya hayatından razıdırlar. Dünya hayatıyla doyuma ulaşırlar. Onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.” 

7. âyet-i kerime bunu söylüyor. 8.âyet-i kerime de diyor ki:

 

10/YÛNUS 8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


“Onların gidecekleri yer cehennemdir.” 

Kim olursa olsun, eğer bir insan âmenû olamamışsa; Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa o kişinin kulaklarında vakra vardır, o kişinin kalbinde ekinnet vardır, o kişinin irşad makamı ile arasında hicab-ı mesture adlı bir perde vardır. Bir insanda bunlar varsa, o kişinin gideceği yer cehennemdir. İşte Mulk Suresinin 8, 9, 10. âyet-i kerimeleri, Allahû Tealâ diyor ki:

 

67/MULK 8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).

(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.

67/MULK 9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).

Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”

67/MULK 10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).

Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.


“Kıyâmet günü cehennemin kapıları açılır. Cehenneme girecek olanlar kapılardan grup gup girerler. Onlara cehennemdeki zebaniler (cehennemin bekçileri) derler ki: ‘Size buraya geleceğinizi, bu cehenneme geleceğinizi söyleyenler, sizden olan birileri, sizden olan Allah’ın Resûlleri gelmediler mi? Sizi bununla inzar eden, bununla ikaz eden Allah’ın dostları gelip de size; Ey insanlar! Allah’a ulaşmayı dileyin, mürşidinize ulaşın, Allah’a ruhunuzu ulaştırın, Allah’a teslim olun demediler mi?’ Cehenneme girenler cevap verirler: ‘Dediler. Ama biz onlara inanmadık. Eğer biz onları işitmiş olsaydık (kulağımızdaki vakra alınmış olsaydı) ve idrak etmiş olsaydık (kalbimizdeki ekinnet alınmış olsaydı), burada cehennemde mi olurduk.’ derler.”

Bir insan demek ki kulağında vakra varsa, işitemiyorsa, kalbinde ekinnet varsa, idrak edemiyorsa o kişinin gideceği yer cehennemdir. İfade son derece açık; kişinin işitmesi ancak vakranın alınmasına bağlıdır. Çünkü Allahû Tealâ En’âm Suresinin 36. âyet-i kerimesinde diyor ki: 

 

6/EN'ÂM 36: İnnemâ yestecîbullezîne yesmeûn(yesmeûne), vel mevtâ yeb’asuhumullâhu summe ileyhi yurceûn(yurceûne).

(Davete) ancak işitenler icabet eder. Ve Allah, ölüleri (ölü olan sem’î isimli işitme hassasını, ölü olan fuad isimli idrak hassasını, ölü olan basar isimli görme hassasını) diriltir. Sonra O'na döndürülürler. (Hayatta iken ruhu mürşid eliyle Allah’a döndürülür.)


“Davete (Allah’ın davetine) ancak işitenler icabet ederler.”

Ve eğer bir insan âmenû olmamışsa; kulağındaki vakra duruyor, kalbindeki ekinnet duruyor; duruyorsa işitemez ve idrak edemez. 

Biliyorsunuz, kulaklar duymaya mahsustur; sadece duyarlar. Ama kulak işitemez. Kulak akla sözleri ulaştıran bir mekanizmadır. Bu ulaştırma keyfiyetinin adına duyma diyoruz Türkçe’de, duyma, işitme değil. İşiten kulağımız değildir. İşiten, zihnimizdir. Duyma, kulakta olgunlaşan bir müessesedir; akla ulaştırılır. Akıl, mânâya ulaştığında siz onu işitmiş olursunuz. Ama henüz kendinize mâl etmediniz. Kendinize mâl etmeniz kalbinize indirirek gerçekleşir. Ne zaman kalbinize indirirseniz, o zaman kalbinizde idrak müessesesi gerçekleşir. Bir şeyi gerçekten idrak ettiğinizi nasıl anlayacaksınız? Ne zaman bir başkası, o idrak ettiğiniz şeyin aksi, zıddı bir şey söylerse ve siz, o idrak ettiğiniz şeyin müdafaasının gerekli olduğunu mutlak olarak hissederseniz, işte o zaman idrak ettiniz. Bunun ötesinde; hayır idrak etmediniz. Sadece duydunuz ve işittiniz, mânâya ulaştınız ama idrak etmediniz. Kalbinize inmedi, Kalbinizde; nasıl yediğiniz yemekler ağzınızda ıslatılır, midenize ulaşır, midenizde hazmedilirse, işte işittiğiniz şeylerin, kulağınızın duyduğu, zihninizin işittiği şeylerin size mâl edilmesi, onların hazmedilmesine bağlıdır. Bu konun hazmı, midenizle alâkalı bir konu değildir, kalbinizle alâkalı bir konudur. Kalbinizdeki ekinneti Allahû Tealâ almış olacak, yerine ihbat müessesesini koymuş olacak ve siz onları hazmedeceksiniz. Yani idrak edeceksiniz yani kendinize mâl edeceksiniz. Sizin muktesebatınıza, sizin property’nize girecek. O muktesabatınıza giren sistemi siz hazmettiniz, onun gerçekten sahibi oldunuz. Kim ona yan bakarsa, onun zıddı bir şey söylerse müdafaa etmek mecburiyeti duyarsınız. Gerçekten şartların icabı müdafaa edemeseniz bile o sırada, bir mecliste sizin kim olduğunuzu anlamalarını istemiyorsunuz, bu istikamette müdafaa etmek ihtiyacını şiddetle hissediyorsunuz ama bunu yapamıyorsunuz, yapamasınız bile siz onu idrak etmişsiniz demektir. O ihtiyacı hissetmeniz, idrak ettiğinizin kesin işaretini taşır.