MÜRŞİD
SOHBETİN ADI: MÜRŞİD
TARİHİ: 21.04.1998
Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah’ın zikir sohbetinde bulunmak üzere bir araya getirdi. Bu akşamki sorumuz mürşide dayalı bir sual.
Ne yazık ki zamanımızın dîn adamları diyorlar ki: “Bizim içinde bulunduğumuz devrede br tek mürşid vardır, o da Kur’ân-ı Kerim’dir. Eskiden mürşidler varmış, aslında son mürşid Peygamber Efendimiz (S.A.V), ondan sonra bir daha mürşid gelmesi söz konusu değil. Eh, bir de evliyalar var, onlar mürşid değiller. Nasıl evliya olduklarına da kimsenin aklı ermez. Ama onlar mürşid değiller, mürşid diye zamanımızda yaşayan insanlar mevcut değil.”
Konuya evvelâ baştan girmemiz lâzım. Zamanımızın dîn adamları, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’den sonra başka bir mürşidin gelmediğini iddia ediyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte irşad müessesesinin de kesilmiş olduğunu iddia ediyorlar. Allahû Tealâ ise Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki:
17/İSRÂ 15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
“ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlen: Biz herhangi bir kasabaya, herhangi bir insan grubuna, herhangi bir millete resûl göndermedikçe (resûlümüzü göndermedikçe) o millete azap etmeyiz.” diyor.
Öyleyse zamanın bütün parçalarında resûller vardır, mekânın da bütün parçalarında resûller vardır. Zamanın bütün parçalarında resûller varsa Peygamber Efendimiz (S.A.V) den sonra da her devirde mutlaka resûller olmuştur. Ne var ki Peygamber Efendimiz (S.A.V) son nebidir yani son peygamber resûldür. Ondan sonra bir daha peygamber gelmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü o, nebîlerin mührüdür, nebîlerin sonuncusudur, hatem-ül enbiyâdır. Öyleyse 14 asırdan beri Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra peygamber olabilir mi? Asla olamaz. Kur’ân-ı Kerim’in temel hükmüne bu zıt düşer. Ama resûl olur mu? Resûl aralıksız olarak olur ve bütün kavimlerde olur. Allahû Tealâ Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde diyor ki:
23/MU'MİNÛN 44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
1- “Biz resûllerimizi art arda göndeririz.”
2- “Biz resûllerimizi bütün kavimlere göndeririz.”
3- “Hangi kavme resûller gönderdiysek, bütün kavimler o resûlleri reddettiler.”
Bakara Suresinin 87. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, gene aynı şeyi söylüyor:
2/BAKARA 87: Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min ba’dihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus(kudusi), e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum, fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn(taktulûne).
Andolsun ki, Biz, Musa’ya kitap verdik ve ondan sonra ardarda resûller gönderdik. Ve Meryem’in oğlu İsa’ya beyyineler (açık deliller) verdik ve onu Ruh’ûl Kudüs ile destekledik. Öyle ki, nefslerinizin hoşlanmadığı bir şeyle gelen resûle karşı, her defasında kibirlendiniz. Bu sebeple bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürüyorsunuz.
“Biz resûllerimizi art arda göndeririz, bütün kavimlere göndeririz. Sizlere resûlünüz gelip de sizin nefsinize ağır gelen şeyler söylediği için onların hepsini reddettiniz. Bir kısmını ise öldürdünüz.” diyor Allahû Tealâ.
Nahl Suresi 36. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
16/NAHL 36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Biz bütün kavimlerde resûller beas ederiz, vazifeli kılarız, o kavimlerde dünyaya getiririz, oradaki insanları şeytana kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye.”
Öyleyse resûller bütün kavimlere gidiyor ve aralarında fetret devri olmadığına göre, birbiri arkasından gönderildiğine göre her devirde bu resûller mutlaka hayatta. Yani insanlar hangi kabilede yaşarsa yaşasın, zamanın hangi parçasında yaşarlarsa yaşasınlar; mutlaka o kabileye de Allah’ın bir resûlü mutlaka uğrayacaktır, bir mürşid mutlaka orada bulunacaktır, insanlar hangi devirde yaşarlarsa yaşasınlar. Neden?
Allahû Tealâ Mulk Suresinin 8, 9, 10. âyetlerinde diyor ki:
67/MULK 8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).
(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.
67/MULK 9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).
Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”
67/MULK 10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).
Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.
“Kıyâmet günü cehennemin kapısında cehenneme girecek olanlar toplanırlar. Cehennemin kapıları açılır; grup grup içeri girerler. Burunları sürtünerek girerler. Cehennem bekçileri onlara derler ki: Ssize buraya geleceğinizi söyleyen nezirler gelmedi mi?”
İşte bu nezirler Allahû Tealâ nın mürşidleridir, resûl mürşidlerdir ve insanlara diyorlar ki:
“Siz Allah’ın âyetlerini unuttunuz, Allah’ın farzlarını unuttunuz ve gideceğiniz yer cehennemdir.”
Mulk-8, 9, 10’da Allahû Tealâ şöyle söylüyor:
“Cehennem bekçileri onlara derler ki: Size buraya geleceğinizi Allah’ın Resûlleri gelip söylemediler mi? Onlar da derler ki: Söylediler ama biz onlara inanmadık. Allah hiçbir şey indirmemiştir, dedik. Eğer biz onların söylediklerini işitebilseydik yani kulaklarımızdaki vakrayı Allah alsaydı, idrak edebilseydik, kalbimizdeki ekinneti alıp da kalbimize ihbat koysaydı Allahû Tealâ, burada cehennemde mi olurduk?”
Ne diyormuş cehennem bekçileri?
“Size buraya (cehenneme) geleceğinizi söyleyen; onunla sizi ikaz eden, uyaran nezirler gelmedi mi?”
İşte olayı tamamladığımız zaman görüyoruz ki bütün devirlerde ve bütün kavimlerde yaşayan insanlar, hepsi, her güne ait, her kavme ait olan insan var cehennemde. Hiçbir gün geçmez ki bir insan, cehenneme gidebilecek olan bir insan bir kavmin arasında mevcut olmasın. Bütün kavimlerde o kavimler yaşadığı sürece, insanlar da kavimle yaşar. Öyleyse onların arasında da o kavim ne kadar yaşamışsa, ne kadar sene o kavim mevcut olmuşsa, onların içinde her zaman cehenneme gidecek olan insanlar vardır. Öyleyse cehennemdeki topluluk, bütün zaman parçalarını ihata ediyor. Hangi kavimde, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar insanlar, mutlaka onların arasında da Allahû Tealâ birisine sırlarını açıyor. Ona Kur’ân-ı Kerim’in hakikatlerini anlatıyor. Öyleyse her halükârda bir olguyla karşı karşıyayız; bütün devirlerde Allah’ın mürşidleri hep olmuştur.
“Peygamber Efendimiz (S.A.V) son mürşiddir.” diyorlar ama sahâbenin Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Osman’a ve Hz. Ali’ye tâbi olduklarını görüyoruz. Kimdir bu halifeler, isimleri nedir? Hulefâ-i raşidîn; irşad etmek yetkisine sahip olan halifeler bunlar. İrşad etmek yetkisine sahip olan halifeler olduğuna göre bunların hepsi mürşiddi. İşte bu mürşid standartlarındaki halifeler, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra yaşadılar. Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra mürşid var mıymış? Bunların hulefâ-i raşidîn adı kesin olarak bilindiği cihetle mürşid oldukları kesin. Ondan sonra ne oldu peki? Ondan sonra babadan oğula geçen halifelere biat eden insanlar, sahâbeye tâbi oldular. Öyleyse sahâbe mürşiddi. İster ensar olsun ister muhacirîn, hepsi mürşiddi.
Allahû Tealâ diyor ki Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde:
9/TEVBE 100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“O sabikûn-el evvelîn var ya onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı da muhacirîndendi. Bir de onlara ihsanla tâbî olanlardandı. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdır. Onlar altlarından ırmaklar akan cennetlere alınacaklardır. İşte bu fevz-ül azîmdir.” diyor Allahû Tealâ.
“Fevz-ül azîm” dediğine göre onlar için mükâfatların, fevzlerin en büyüğü var demektir. Azîm fevz var. O zaman azîm kulluğa ulaşmış olmaları lâzım. Bütün sahâbenin salâhta olması gerekir. Gerçekten kendilerine tâbî olunduğuna göre mutlaka sahâbe, ister ensar olsun ister muhacirîn, 23 senede salâha ulaşmışlardı.
Öyleyse sahâbeye tâbî olan kimdir? Tâbiîndir. Peki, tebe-i tâbiîn kimdir? Tâbiîne tâbî olanlar. Yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sağlığında ona ulaşmış olsalardı, sahâbe olacaklardı. Ulaşamayanlar, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olamayanlar sahâbeye tâbî olmuşlar. Daha sonraki nesil de sahâbeye tâbî olan tâbiîne tâbî olmuşlar. Daha sonraki nesil, bu tâbiîne tâbi olan tebe-i tâbiîne tâbî olmuşlar ve nesiller boyunca hep böyle gelmiş, gelmiş, gelmiş, en sonunda bu devirde de bizlere tâbî olunuyor. Biz de kendi mürşidimize tâbî olmuştuk. Kıyâmet günü Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri A’raf-172’de diyor ki:
7/A'RÂF 172: Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).
Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”
“Biz, ezelde bütün Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini çıkardık da onların hepsine birden dedik ki: e lestu birabbikum: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? kâlû: Dediler ki, belâ: Evet.”
“Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” demişler. Allahû Tealâ bunun üzerine bütün nefslerden yemin almış; tezkiye olacaklarına dair, bütün fizik vücutlardan ahd almış; şeytana kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olacaklarına dair ve bütün ruhlardan misak almış; Allah’a geri dönerek Allah’ın Zat’ında ifna olacaklarına dair. Öyleyse olayı bütünlüyor Allahû Tealâ ve olayın önemli tarafı, Allahû Tealâ bir kısım insanlara, “Siz de şahitsiniz.” diyor. “Siz de şahit olun.” diyor. Kimler bu şahitler? İşte onlar mürşidler. Bütün devirlerde mürşid olarak geçecek insanların hepsi o gün, ezeldeki o gün gene insanların arasındaydı. Diğerleriyle aynı yaştaydılar ve hepsi oradaydı. Herkesin mürşidiyle beraber olması söz konusuydu. Herkes mürşidleriyle beraberdi. Mürşidler onlara şahitti. Sonra, Peygamber Efendimiz (S.A.V) de şahitlere şahitti. Öyleyse muhtevaya dikkatle baktığımız zaman her devirde yaşayacak olan Allahû Tealâ’nın mürşidleri, ezeldeki o gün, zamandan evvel oradaydılar, hepsi. Ve herkes mürşidini biliyordu. Sonra kim bilir kaç yüz tane asır sonra, kaç bin tane asır sonra insanlar bugünlere ulaştılar ve Kur’ân hakikatlerini reddeder oldular.
İşte Allahû Tealâ’nın kapısı herkese açıktır ve Allahû Tealâ’nın o gün, “Siz de şahit olun, sizi de şahitlerden kıldık.” dediği insanlar; o insanlar şahit olanlar yani mürşidler. Neye şahit olmuşlar? Bütün müridlerinin Allah’a ulaşmak üzere kendilerine ulaşıp tövbe ettiklerine şahit olmuşlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) sahâbe için diyor ki:
“Benim sahâbem yıldızlara benzer. Kim onlara tâbî olursa mutlaka hidayete erer.”
O da söylüyor sahâbeye tâbî olunduğunu ve olunacağını. Öyleyse Allahû Tealâ’nın işaretleri kesin olarak ulaşıyor; mürşidler, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber kesilmemiş.
Elbette bütün peygamberler mürşiddir. Elbette bütün halifeler mürşiddir. Peygamberlerin bulunduğu devrede peygamberler zaten zamanlarının hepsi halifesiydi. Peki, son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’den sonra ne oldu? Peygamberlik sona erdi. Kıyâmete kadar hiçbir peygamberin gelmesi mümkün değil ama velâyet devam ediyor. İşte bu velî mürşidlerin bir kısmı resûl mürşiddir ve her kavimde mutlaka Allah’ın Resûlleri her zaman olduğu gibi şu anda da yaşamaktalar.
Öyleyse Allahû Tealâ ne söylüyor? “vebtegû ileyhil vesîlete: Sizi Allah’a ulaştırmaya kim vesile olacaksa o vesileyi Allah’tan isteyin.” buyuruyor.
5/MÂİDE 35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
İşte o vesileyi Allah’tan istemek üzerimize borçtur. Hepimiz bununla vazifeliyiz. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN 112: Duribet aleyhimuz zilletu eyne mâ sukıfû illâ bi hablin minallâhi ve hablin minen nâsi ve bâû bi gadabin minallâhi ve duribet aleyhimul meskeneh(meskenetu), zâlike bi ennehum kânû yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnel enbiyâe bi gayri hakk(hakkın), zâlike bimâ asav ve kânû ya’tedûn(ya’tedûne).
Onların üzerlerine, nerede olurlarsa olsunlar zillet (alçaklık) damgası vuruldu. Ancak Allah'ın ipine (Sıratı Mustakîm'e) ve insanlardan bir ipe (Allah'a ulaştıracak olan mürşide) tutunanlar (ulaşanlar) hariç. (Onlar) Allah'tan bir gazaba uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları sebebiyledir. İşte bu, onların (Allah'a) isyan etmelerinden ve haddi aşmış olmalarındandır.
“İnsanların üzerine zillet damgası vuruldu ama Allah’ın ipine sarılanlar hariç, insanlardan bir ipe sarılanlar hariç.”
Allah’ın ipine sarılacağız; Sıratı Mustakîm. Bütün insanlar mürşidlerine ulaştıkları gün dalâletten kurtulurlar, hidayete adım atarlar ve bütün insanların ruhları mürşidlerine ulaştıkları gün vücutlarından ayrılıp Sıratı Mustakîm’e ulaşır, Allah’a doğru seyr-i sülûk isimli bir yolculuğa çıkar. 7 tane gök katı aşacaktır bütün ruhlar. Allah’a doğru yola çıkan ruhlar, saflar halinde uçacaklardır. Saffat Suresinde Allah’a doğru yükselen bu ruhların saf saf uçtukları söyleniyor. Ve onları kalp gözünüzle bir gün gördüğünüz zaman saf saf uçtuklarını göreceksiniz. Saflar halinde, dalga dalga uçtuklarını göreceksiniz.
37/SÂFFÂT 165: Ve innâ le nahnus sâffûn(sâffûne).
Ve muhakkak ki biz, mutlaka (Allah’ın huzurunda) saf saf duranlarız.
Öyleyse insanların bu hedefe ulaşmaları, hidayete adım atabilmeleri, ancak mürşidle mümkündür. Gerçekten Allahû Tealâ kesin bir olguyla giriyor devreye. Bütün insanlar için mürşide ulaşmayı farz kılıyor Allahû Tealâ, “vebtegû ileyhil vesîlete” demekle. Bu kadar mı? Hayır. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 45. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
2/BAKARA 45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
“Allah’tan sabırla ve namazla istianeyi isteyin. Zor bir iştir bu. Ama huşû sahipleri için zor değildir.”
Öyleyse istiane nedir? Yalnız Allah’tan istenen bir yardım. İşte Fâtiha Suresine baktığımız zaman şunu görüyoruz; Fâtiha Suresinde Allahû Tealâ buyuruyor ki, daha doğrusu bizim Allah’a öyle söylememizi emrediyor:
1/FÂTİHA 5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).
(Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.
iyyâke na’budu: Yalnız Sana kul oluruz.
ve iyyâke nestaîn: Ve yalnız Senden istiane dileriz.
“Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden istiane dileriz. “
Öyleyse istiane yalnız Allah’tan istenen bir yardım. Niçin isteniyor? Cevap veriyor Allahû Tealâ:
1/FÂTİHA 6: İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme).
(Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır).
ihdinas sırâtel mustakîm: Ya Rabbi! Bizi Sıratı Mustakîm’e ulaştır.
Nasıl bir yer bu Sıratı Mustakîm?
1/FÂTİHA 7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).
O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.
sırâtallezîne: O yol ki.
en’amte aleyhim: Üzerlerine ni’met verdiklerinin yoludur.
Âli İmrân Suresinin 164. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN 164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
“Mü’minlerin üzerine başlarının üzerine bir ni’met olsunlar diye biz her kavimde resûller beas ederiz, vazifeli kılarız.”
“Mü’minlerin başlarının üzerine bir ni’met olsun diye.”
Kim tövbe ederse, hacet namazını kılmışsa, mürşidini Allah’tan sormuşsa, Allah’ın gösterdiği mürşide ulaşmışsa, önünde diz çöküp tövbe etmişse, işte o zaman o kişi Allah’ın bir gerçek mürşidinin önünde tövbe etmiştir; tövbe etmeseydi dalâletteydi.
Allahû Tealâ’nın “El Adl” esmasının sahibi olduğunu biliyoruz; adaletin yegâne şaşmaz temsilcisi. “El Hakk” esmasının da sahibi olduğunu biliyoruz; hakkın bütününe riayet eden Allahû Tealâ. Öyleyse O’nun “El Adl” esmasının ve “El Hakk” esmasının sahibi olması dolayısıyla bir devirdeki insanları mürşidleriyle beraber tutup ondan sonraki devredeki insanları mürşidsiz bırakır mı? Eğer mürşidlerine ulaşamayanlar dalâlette olacaklarsa, dalâlette olanların da hepsinin gideceği yer cehennemse Allahû Tealâ böyle bir şey yapar mı? Kur’ân’da Allahû Tealâ diyor ki:
23/MU'MİNÛN 115: E fe hasibtum ennemâ halaknâkum abesen ve ennekum ileynâ lâ turceûn(turceûne).
Öyleyse Bizim, sizi abes olarak (boş yere) yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?
“Allah abesle iştigal etmez.”
Allah’ın hiçbir yaptığı sebepsiz değildir. Her şey merkezinde, mutlak sebeplere istinat eder.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın mürşidlerine dikkatle bakın. O mürşidleri Allahû Tealâ farz kılmış ve mürşidine ulaşamayan kişinin ruhu asla Sıratı Mustakîm üzerinden Allah’a doğru yola çıkamaz. Çıkamazsa hiçbir zaman o kişi İslâm olamaz, çıkamazsa o kişi hiçbir zaman ruhunu Allah’a ulaştıramaz, cennet saadetini de elde edemez.
Öyleyse Fâtiha Suresinin devamına bakalım:
"sırâtallezîne en’amte aleyhim: O yol ki (Sıratı Mustakîm ki) üzerlerine ni’met verdiklerinin yoludur."
Kimin başının üzerinde mürşidinin ruhu varsa işte o, bir ni’mettir. Allahû Tealâ başının üzerinde ni’met olanların durumunu Ra’d Suresinin 11. âyet-i kerimesinde anlatıyor:
13/RA'D 11: Lehu muakkibâtun min beyni yedeyhi ve min halfihî yahfezûnehu min emrillâh(emrillâhi), innallâhe lâ yugayyiru mâ bi kavmin hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim, ve izâ erâdallâhu bi kavmin sûen fe lâ meredde lehu, ve mâ lehum min dûnihî min vâl(vâlin).
Onları (o kavimdekileri), önünden ve arkasından (önden arkaya doğru uzanan) takip edenler (devrin imamlarını koruyan muhafız melekler) vardır. Allah’ın emrinden olup, onları korurlar. Muhakkak ki; Allah, onlar nefslerinde olan şeyi (hidayette kalma konusundaki niyetlerini) bozmadıkça, bir kavimde olan şeyi bozmaz (devrin imamının ruhunu başlarının üzerinden almaz). Ve Allah, bir kavme ceza vermeyi dilediği zaman, artık onu reddedecek (mani olacak kimse) yoktur. Ve onlar için, ondan başka koruyan bir dost yoktur.
“Onların başlarının üzerinde önden arkaya doğru uzanan bir muhafız vardır. Onları korur.” diyor.
Nereden korur? Zülmanî ilimlerden korur. Öyleyse bu mürşide dikkatle bakalım. Mürşid müessesesi, Allahû Tealâ nın indindeki en önemli müessesedir. Ulaşamayan kişinin kurtuluşu mümkün değildir. Öyleyse artık mürşid yoktur, tek mürşid Kur’ân-ı Kerim demekle insanlar kurtulacaklarını mı zannediyorlar? Eğer Kur’ân-ı Kerim tek başına mürşidse nasıl kurtulacak insanlar? Kur’ân-ı Kerim’e uyarak kurtulacaklar. Başka bir alternatif var mı? Eğer Kur’ân-ı Kerim mürşidse o mürşide, Kur’ân-ı Kerim’e uyarak kurtulmak mümkün. Peki, ne diyor Kur’ân-ı Kerim?
“Allahû Tealâ’ya sizi kim ulaştıracaksa onu Allah’tan isteyin.” diyor. “Allah’tan istiane isteyin.” diyor Allahû Tealâ ve “Mürşidine ulaşamayan dalâlettedir.” diyor, tam 10 tane âyet-i kerimeyle.
İşte 1. âyet-i kerime, Kasas- 50:
28/KASAS 50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah’tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
“Habîbim! Eğer senin davetine icabet etmezlerse bil ki onlar kendi hevalarına, nefslerine tâbîdirler. Kim Allah’ın davetçisine değil de kendi hevasına tâbî olursa ondan daha çok dalâlette olan kim vardır?” diyor Allahû Tealâ.
Demek ki insanlar ya mürşidlerine tâbî olacaklar, dalâletten kurtulacaklar veya tâbî olmayacaklar, o zaman da ömürleri boyunca hep dalâlette kalacaklar ve gidecekleri yer de cehennem.
2. âyet-i kerime, Tâhâ-123:
20/TÂHÂ 123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvvun, fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”
“Hadi hepiniz oradan aşağı inin; birbirine düşman olarak. Sizlere hidayetçilerim gelecek.”
Ne demek bu? “Hangi devirde yaşarsanız yaşayın, hangi kabilede yaşarsanız yaşayın, sizlere, hepinize mutlaka benim hidayetçilerim gelecek.” diyor Allahû Tealâ, “Kim o hidayetçilere tâbî olursa onlar, dalâletten kurtulurlar.”
Allahû Tealâ mürşidine ulaşan kişinin bütün günahlarının sevaba çevrileceğini söylüyor Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesinde. Furkân-69’da Allahû Tealâ, cehenneme gideceklerin kimler olduğunu söylüyor:
25/FURKÂN 69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
“Onların günahları giderek artar, onlar cehennemi dolduracaklardır.” diyor.
Sonra ne diyor?
25/FURKÂN 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
“Ama kim tâbî olursa, mürşidine tâbî olursa; tövbe ederse ve mü’min olursa, o mü’min olanlar için onların bütün günahlarını Allah sevaba çevirecektir.” diyor.
Öyleyse iki âyette ne gördük? Mürşidine ulaşamayan kişi dalâlettedir. İşte Kehf Suresinin 17. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:
18/KEHF 17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
men yehdillâhu fe huvel muhted: Allah kimi Kendisine, O’na ulaştırırsa o kişi o zaman hidayete erer.
ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ: Kim de dalâlette ise o kişi için bir evliya mürşid bulunmaz.
İşte sualin muhtevasına geldik; bütün mürşidler mutlaka evliyadır. Özellikleri mi? Özellikleri pek çok.
Evvelâ nefslerindeki bütün afetleri yok etmiş olmaları lâzım; madde-1. Buna bir ilave daha; mutlaka Allahû Tealâ tarafından Tövbe-i Nasuh’a davet edilmiş olmaları lâzım. Bu tövbeden sonra salâha geçen bu insanlar için Allahû Tealâ onları irşad makamına tayin ediyor, onları mürşid kılıyor. Hangi âyet-i kerimeyle anlatıyor bunu? Secde-24’le anlatıyor:
32/SECDE 24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“ve cealnâ minhum eimmeten: Onlardan, insanlardan imamlar kıldık.”
Niçin? “yehdûne bi emrinâ: Emrimizle insanları hidayete erdirsinler diye. Bizden aldıkları emirle, o emri tebliğ ederek insanları dalâletten hidayete ulaştırsınlar diye.”
Öyleyse demek ki üçüncü âyet-i kerime; “Kim dalâlette ise onlar için bir evliya mürşid bulunmaz. Evliya mürşid her zaman vardır ama o dalâlette olanlar var ya, onlar mürşidlerini aramamışlardır.” diyor. Bulmak fiili, aramak fiilinin sonucudur. “Mürşidlerini aramadıkları için onlar mürşidlerine ulaşamamışlardır. Tabiatıyla mürşidlerine ulaşamayan insanlar dalâlettedir.” diyor.
Öyleyse buraya dikkatle bakın, Cinn Suresinin 14. âyet-i kerimesi ile bu âyet arasında çok yakın bir ilişki var. Cinn-14’te Allahû Tealâ diyor ki:
72/CİNN 14: Ve ennâ minnel muslimûne ve minnel kâsitûn(kâsitûne), fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ(reşeden).
Ve gerçekten bizden, (Allah’a) teslim olanlar da var ve bizden kasitun (kalpleri kasiyet bağlamış) olanlar da var. Artık kim (Allah’a) teslim olmuşsa işte onlar, irşad olmayı (nefsin ve iradenin teslimini) arayanlardır (dileyenlerdir).
“Ey insan ve cin topluluğu! Sizlerin arasında Allah’a teslim olanlar da var ama kalpleri kasiyet bağlamış, kararmış ve sertleşmiş olanlar da var.” diyor.
Ve şöyle bitiyor âyet-i kerime:
“fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ: Kim Allah’a teslim olmayı dilerse işte onlar, mürşidlerini arar.” diyor Allahû Tealâ.
İnsanların mürşidlerini aradıklarını söylüyor. Aramaları lâzımgeldiği konusunda bir işaret bu. İşte o lâzımeye riayet etmeyen, mürşidini aramayan insanlar, onlar için kurtuluş yok.
İşte Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesi, Allahû Teâla buyuruyor:
45/CÂSİYE 23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“Habîbim! O insanları görmüyor musun ki onlar nefslerini; hevalarını kendilerine ilâh edinmişlerdir. Onları, onların ilimleri üzerine dalâlette bırakırız.”
Kim bu insanlar? Mürşidlerine ulaşamayanlar. Ulaşamazlarsa, mürşidlerine ulaşamıyorlarsa ne oluyor? Dalâlette kalıyorlar. Onlar, mürşidlerine ulaşamadıkları için dalâlette olanlardır.
5. âyet-i kerime, Cuma-2, Allahû Tealâ buyuruyor:
62/CUMA 2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.
“Ümmîlerin arasında resûl beas eden o, Allah’tır. O ümmîlere Allah’ın âyetlerini okusun diye, anlatsın diye, onların nefslerini tezkiye etsin diye, onlara Kitap öğretsin diye, onlara hikmet öğretsin diye. Bu resûle tâbî olmadan evvel onlar, apaçık bir dalâlet içindeydiler.”
6. âyet-i kerime, Âli İmrân-164:
3/ÂLİ İMRÂN 164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
“Bütün kavimlerde mü’minlerin başlarının üzerine bir ni’met olsun diye Allah, resûller beas eder; onlara Allah’ın âyetlerini okusun, anlatsın diye, onların nefslerini tezkiye etsin diye, onlara Kitap öğretsin diye, onlara hikmet öğretsin diye. Bu resûllere tâbî olmadan evvel onlar apaçık bir dalâlet içindeydiler.”
7. âyet-i kerime, Ahkâf-32, Allahû Tealâ buyuruyor:
46/AHKÂF 32: Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ve Allah’ın davetçisine icabet etmeyen kimse, yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değildir. Ve onun Allah’tan başka dostları yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.
“Habîbim! O Allah’ın davetçilerine tâbî olmayanlar var ya onlar, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakacaklarını mı zannediyorlar? Oysaki onların da Allah’tan başka dostları yoktur. Onlar Allah’ın davetçilerine tâbî olmadıkları için apaçık bir dalâlet içindedirler.”
8. âyet-i kerime, Nahl-36:
16/NAHL 36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Biz bütün kavimlerde resûller beas ederiz; o kavimlerdekileri şeytana kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye. Bir kısmı bu sebepten hidayete erdiler. Bir kısmınınsa üzerine dalâlet hak oldu.”
9. âyet-i kerime, Zumer-23:
39/ZUMER 23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd: İşte bu Allah’ın hidayetidir ki Allah, onunla kullarından dilediğini hidayete erdirir. Kim de dalâlette ise onlar için bir hidayetçi yoktur.
Kehf-17’de de: “ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ.” diyor Allahû Tealâ.
10. âyet-i kerime, A’râf-186, Allahû Tealâ buyuruyor:
7/A'RÂF 186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye lehu, ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).
Diyor ki: “Allah dilediğini dalâlette bırakır, onlar için bir hidayetçi yoktur. Allah onları isyanları içinde şaşkın bir halde bırakır.”
Görüyoruz ki 10 âyet-i kerime, zamanımızdaki dîn adamlarının çok büyük bir kısmının söylediği, “Mürşid yoktur. Son mürşid, Kur’ân-ı Kerim’dir” sözünü reddediyor. 10 âyet-i kerime bunun tam aksini ispat ediyor. “Mutlaka mürşide ulaşmak lâzım.” diyor Allahû Tealâ. Kim ulaşmazsa dalâlettedir. 10 âyet-i kerime bunu söylüyor. Birçok insan şu anda diyor ki: “Dalâlette ise dalâlette olsun, ne olacak?” Hiç, ne olacak? Cehenneme gidecekler. Kim dalâlette ise o kişinin gideceği yer cehennemdir.
İşte Nisâ-167, 168, 169, Allahû Tealâ buyuruyor:
4/NİSÂ 167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ 168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ 169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
innellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ: Onlar ki küfür üzeredirler ve insanları Allah’ın hidayet yolundan men ederler, o yoldan çevirirler. Onlar uzak bir dalâlet içindedirler.
Kim bunlar? Kendileri Allah’ın yolunda değil, Allah’ın yolunda olanları da Allah’ın yolundan saptırıyorlar. Kim Allah’ın yolunda değilse, hidayet yolunda değilse, ruhunu, Allah’a ulaştıran yola ulaştırıp da Allah’a doğru yola çıkarmadıysa o kişi dalâlettedir. Allahû Tealâ bu âyet-i kerime grubunda dalâlette olanların durumunu anlatıyor. Devam ediyor:
“innellezîne keferû ve zalemû: Onlar hem küfür üzeredirler hem de zalimdirler.”
Neden zalimdirler? Başka insanları da Allahû Tealâ’nın yolundan aldıkları için, Allah’ın yolundan men ettikleri için zalimdirler, onlara zulüm yaptıkları için, bu sebeple onları cehenneme atmaya mecbur ettikleri için. Ve bu insanlar omuzlarına vebal alıyorlar.
Allahû Tealâ devam ediyor:
“lem yekunillâhu li yagfire lehum: Allah onlara asla mağfiret etmez (yani onların günahlarını sevaba çevirmez).”
Oysaki kim mürşidine ulaşsa mürşidine ulaşan kişinin derhal günahları sevaba çevrilir. Allahû Tealâ onlara diyor ki: “Allah, onlara asla mağfiret etmez; onların günahlarını sevaba çevirmez.”
Ve devam ediyor: “Allah, onları asla Tarîki Mustakîm’e (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) ulaştırmaz. Onları ancak cehennem yoluna ulaştırır, orada ebediyyen kalacaklardır.”
Nasıl söylemiş burasını? “ve lâ li yehdiyehum tarîkâ illâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ.”
Öyleyse ne görüyoruz? Kim bunlar? “kad dallû dalâlen baîdâ: Bunlar uzak bir dalâlet içinde olan insanlar.” Niçin? Başka insanları Allah’ın yolundan saptırdıkları için. Kendileri sapmışlar ama başka insanları da Allahû Tealâ’nın yolundan saptırıyorlar. Sonra bu insanlar için söz konusu olan dalâlette olmak ve gidecekleri yer gördüğünüz gibi cehennem.
A’raf-179’da Allahû Tealâ buyuruyor ki:
7/A'RÂF 179: Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîran minel cinni vel insi, lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum a’yunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum âzânun lâ yesmeûne bihâ, ulâike kel en’âmi bel hum edallu, ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).
Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir.
“Biz cehennemi insanların ve cinlerin çoğu için hazırladık. Onların kalplerinde fıkıh hassası vardır ama onunla idrak etmezler. Onların kalplerinde görme hassası vardır ama onunla görmezler. Onların kalplerinde işitme hassası vardır ama onunla işitmezler. Onlar sağırdırlar, dilsizlerdir, kördürler. Onların gidecekleri yer cehennemdir. Onlar dalâlette olanlardır. Hayvanlardan daha çok dalâlette olanlardır.”
Böylece ne görüyoruz? 2 grup âyet-i kerime, cehenneme gidecek olanların dalâlette olanlar olduğunu söylüyor.
İnsanların mürşidlerine ulaşmamaları halinde gidecekleri yerin bu sebeple cehennem olduğu kesin. İşte A’râf-178 ve Mu’minûn-103, diyor ki Allahû Tealâ A’râf-178’de:
7/A'RÂF 178: Men yehdillâhu fe huvel muhtedî ve men yudlil fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).
Allah kimi hidayete erdirirse (kendisine ulaştırırsa), artık o hidayete ermiştir. Ve kim dalâlette bırakılırsa, işte onlar, onlar artık hüsrana uğrayanlardır (nefslerini hüsrana düşürenlerdir).
“O dalâlette olanlar var ya onlar, hüsranda olanlardır.”
Mu’minûn-103’te hüsranda olanları tarif ediyor Allahû Tealâ. Ne diyor hüsranda olanların durumu için? Diyor ki:
23/MU'MİNÛN 103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Kıyâmet günü mizanlarımızı kurarız. Kimin günahları sevaplarından çoksa onları cehenneme koyarız. Onlar, orada ebediyyen kalacaklardır. Onlar, hüsranda olanlardır.” diyor.
Görüyoruz ki Allahû Tealâ’nın söylediği kesin bir olgu; mürşid her devirde mutlaka vardır.
Ne diyordu Allahû Tealâ?
17/İSRÂ 15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
“ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ: Allah bir resûl beas etmedikçe, vazifeli kılmadıkça, hiçbir kavme azap etmez.” diyor.
Öyleyse kıyâmet gününden bahsettiğimiz zaman ne demiştik? Bütün zaman parçalarının insanlarının bir kısmı mutlaka oradadır. Yetmez, hangi kavimde yaşamış olursa olsun, hangi zaman parçasında yaşamış olursa olsun ve de hangi kavimde yaşamış olursa olsun, o kavimlerin de bir kısım insanları, hangi zamanda yaşamış olurlarsa olsunlar mutlaka cehennemdeler. Öyleyse cehennem, bütün zaman parçalarını ve bütün mekân parçalarını ihtiva ediyor. Bu durumda Allahû Tealâ, “Resûl göndermeden Biz kimseye azap etmeyiz.” dediğine göre demek ki hangi devirde olursa olsun, hangi zaman parçasında olursa olsun, hangi mekânda olursa olsun bütün insanlara Allah’ın Resûlleri hep gitmişler; Allah’tan aldıkları emir üzere onları mürşid olarak irşad etmeye çalışmışlar.
Allahû Tealâ, İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesinde diyor ki:
14/İBRÂHÎM 4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.
“Biz bütün kavimlere resûller tayin ederiz; onların dilleri ile o kavimdeki insanları hidayete erdirsinler diye (onların dilleri ile hitap etsinler diye).”
Bu sebeple Allahû Tealâ’nın, “Biz her kavme resûl göndeririz.” sözünün arkasındaki hikmet çıkıyor. Ve görüyoruz ki hangi devirde olurlarsa olsunlar, insanlar hep bir mürşide tabî olmuşlar. Hz. Âdem, ilk peygamber ve ilk mürşiddi. Peygamber Efendimiz (S.A.V), son peygamberdir ama son mürşid değildir. Kıyâmete kadar mürşidler var olmakta devam edeceklerdir. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra asla bir peygamberin gelmesi söz konusu değildir. İrşad müessesesi ile peygamberlik müessesesi aynı şey değildir. Peygamberler, mürşidlerin mürşididirler. Ama her devirde de bütün kavimlerde mürşidler kıyâmete kadar devam edecektir.
Allahû Tealâ’nın hepinizi mürşidlerinize ulaştırarak cennet ve dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek, inşaallah irşada müteallik sözlerimizi bu akşam burada tamamlıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R